11 Nisan 2025 Cuma

SULTAN MAHMUD


‎Sultan Mahmud 

‎İstanbul’un nemli sabahlarına inat, Topkapı Sarayı’nın ağır duvarları arasında doğan bir çocuk vardı. Adı Mahmud. Belki de o sabah, rüzgâr biraz daha sert esmişti Boğaz’dan, çünkü bu çocuk rüzgârlı bir çağın içine doğmuştu. Onun kaderinde, huzur değil, fırtınalar yazılıydı. Henüz çocuk yaşında, entrikaların, saray içi oyunların, kardeş katillerinin gölgesinde büyüdü. Tahta geçtiğinde, eline aldığı kılıçtan çok, sırtına binen yüzyılların yüküydü.
‎II. Mahmud, bir padişahtan fazlasıydı. O, tükenmekte olan bir imparatorluğun kırılgan kalbinde atmaya çalışan son nabızdı. Zaman ona şefkat göstermedi. Tahta çıktığında devlet, içten lime lime olmuş, dıştan bir çemberle kuşatılmıştı. Dört bir yanda isyanlar, merkezde bir ordudan çok ayaklanma çetesi gibi davranan Yeniçeriler… O, bu enkazın ortasında dik durmayı başardı. Ama ne pahasına?
‎Mahmud, kararını erken verdi: Ya bu devleti yeni baştan kuracaktı, ya da enkazın altında kalacaktı. Ve o, enkazın altında kalmak yerine, enkazı yakmayı göze aldı.
‎Bir çağ kapanırken...
‎1826... İstanbul’un semalarında yükselen duman, sıradan bir yangının değil, bir çağın sonunun habercisiydi. Yeniçeri Ocağı topa tutuluyor, asırlık bir kurum tarihin mezarına gömülüyordu. Bu yalnızca askerî bir tasfiye değildi; bu, Osmanlı zihniyetinin tabutuna çakılan ilk çiviydi. Mahmud, kendi elleriyle geçmişini gömmüştü. Çünkü biliyordu, geçmiş bazen geleceği rehin alır.
‎Ve sonrasında başladı uzun yürüyüş… Tanzimat'ın tohumları onun elleriyle serpildi. Kılık kıyafetten eğitim sistemine, posta idaresinden nüfus sayımına, her adımda eskiye bir veda, geleceğe mecburi bir selam vardı. Ne var ki Mahmud’un her devrimi, bir yalnızlığın bedelini daha da ağırlaştırdı.
‎Yalnız bir liderin diplomasisi
‎Dışarıda rüzgârlar sert esiyordu. Avrupa, Osmanlı’nın zayıflığını fark etmişti. Sırplar isyan etti, Mora’da kıyamet koptu, sonra Yunanistan bağımsızlık kazandı. İngilizler, Fransızlar ve Ruslar Navarin’de Osmanlı donanmasını yaktı. Mahmud, harabeye dönen gemilerin ardından yalnızca gökyüzüne bakabildi. Savaşmak için değil, düşmemek için savaşıyordu.
‎Ve Mehmed Ali Paşa… Mısır’dan yükselen o isyan fırtınası, Mahmud’u belki de en derinden sarsan darbeydi. Kendi valisinin ordu kurduğu, Anadolu’yu tehdit ettiği bir tabloda Mahmud, çareyi Ruslardan yardım istemekte buldu. Düşmandan dost dilemek… Bu, tarih kitaplarına yazılmayacak kadar derin bir acıydı.
‎Ölümüne kadar savaşan bir adam
‎Hastalandığında, kimse onun ne kadar yorgun olduğunu fark etmedi. Çünkü o, ne zaman ağrılarından bahsetse, reformlardan konuşmaya devam etti. Oğluna “Artık gerisi sende” dediğinde gözleri karanlığa değil, hâlâ o aydınlığa bakıyordu. Onun öldüğü gün, sadece bir padişah ölmedi. Bir çağın direnişi, iradesi ve çığlığı da sustu.
‎Miras değil, mücadele bıraktı
‎Sultan Mahmud geriye saraylar, hazineler, şiirler bırakmadı. O, enkazın altından bir kıvılcım çıkardı. Oğulları o kıvılcımla Tanzimat'ı başlattı. Torunları o kıvılcımla Meşrutiyet’i ilan etti. Ve belki de çok uzaklardaki başka torunları, bir cumhuriyetin temellerini atarken hâlâ onun “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyen gölgesinden ilham aldı.
‎Bazı adamlar vardır, yaşarken değil, öldükten sonra anlaşılır. Sultan II. Mahmud da onlardandı. Onu anlayabilmek için sadece tarihe değil, yıkılmış bir dünyayı yeniden inşa etmek isteyen bir insanın kalbine bakmak gerekir. Ve belki de bu yüzden, o hâlâ yalnızdır; ama artık sessiz değildir.

‎— Tarihçi ve Siyaset Bilimi / Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ahmet Çelik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE GÜNÜ

Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü kutlu olsun.